17 Nisan 2013 Çarşamba

Yazdık Yine Bir Şeyler -1-

Bir hayli uzun zamandır bir yazı kaleme alma fırsatı bulamıyordum. Yazmadan kalan, bir düzene ve sisteme oturtulmayan fikirler ne yazıktır ki dolaşmış bir iplik yumağından farksız olarak kalıyor. İplik yumakları kedilerin olsun, biz düzgün bir yumaktan kazak örme niyetindeyiz. Sözlerimden kedilere karşı bir tavır takındığım çıkarımında bulunmayınız. Kedilere karşı duyduğum sevgi çok özel bir yerdedir. Zaten sahibinin efendisi olabilen başka bir hayvan daha aklıma gelmiyor. Neyse, konumuz kediler değil tabi, ama başka bir zaman kediler üzerine de üç beş satır çizittirebiliriz.

Malumu ilam etmeye gerek yok ancak belli hususların altını çizerek ilerleyelim. Ülkemiz 10 yıllık hızlandırılmış bir karşı-devrim ("kontr-revolt" olarak adlandırsak lûgate yeni bir kavram kazandırmış oluruz)
süreci ile karşı karşıya. Bu 10 yıllık süreçte gördük ki, insanoğlu 1000 yıllık değer birikimini bir çırpıda silip atabilecek eğilimleri hala özünde barındırabiliyor. Toplumdan topluma bu "geriye dönüş" virüsüne karşı direncin değerleri değişebiliyor. Örneğin Hümanizm ve Aydınlanma Düşüncesine ev sahipliği yapan Avrupa bile, bir kitlesel histeri ve kriz ile birlikte Nazizm ve Faşizme ev sahipliği yapmıştır. Hatta histerinin boyutunu ele alırsak, Avrupa'nın tamamının bu virüse teslim olduğunu göreceğiz. Virüsten kurtulmanın bedeli ise elli ile yetmiş milyon arası insanın canına mâl oldu. Bizden farklı bir düşünce yapısı üzerinde gelişen Batı toplumu, bu virüsten şimdilik kısmen sıyrıldı, ama biliyoruz ki Avrupa 19.yy'ın başında olduğu gibi yeniliklerin ve değişimin belirleyiciliğinde merkez olma işlevini gün geçtikçe kaybediyor. Üretim, son petrol krizinden bu yana Uzak Doğu Asya'ya kaydı. Üretim beraberinde teknik ve teknolojiyi de Avrupa'dan alarak bu bölgeye taşıdı. Ama bahsettiğim konu açıkçası bu değil, Avrupa sanat ve felsefeye olan derin etkisini de gün geçtikçe yitiriyor. Hatta Avrupa'da muhafazakarlığın yükseldiğini söylesek büyük bir hata yapmış olmayız. Fransız devrimini gerçekleştirmiş bir toplumun, Sarkozy gibi bir adamı iktidara getirebileceğine inanmak pek kolay olmuyor. Ya da Aydınlanmaya yön veren bilim ve felsefenin toprağı Almanya'da Hristiyan Demokrat bir yönetimin hakim olması... Ancak bu geriye dönüşler (Sarkozy-Merkel meselesi, yoksa kastım Adolf Hitler değil), bizdeki gibi toplumsal açıdan çok ciddi tahribatlara ve travmalara neden olan türden geriye dönüşler değil. Ya da biz bu düşünce ile bir hatanın içine mi düşüyoruz, acaba biz zarar görüyoruz da yükü toplumun sırtından mı paylaşmaya çalışıyoruz? Bu soru başkaca bir çok sorunun kapısını aralar, biz kimiz, toplum kim-kimlerden oluşur, toplumsal bellek ne, vesaire vesaire... Ama gelin şu konuda anlaşalım. İleriye yönelmiş bir toplum, bu yönelişin kendisine kattığı değerleri her ne pahasına olursa olsun korumakla mükelleftir. Mesela bir toplum idam cezasını kaldırmış ise her ne olursa olsun, isterse bir referandum ile geri getirilmesi %99.9 ile kabul edilmiş olsun, bu durumun yaşanabileceğine dair (geriye gidişin mümkünatının farkında olarak) öngörü sahibi olarak, fren ve kontrol mekanizmalarını, sorunlar ile karşılaşılmadan önce kurmuş olmalıdır. Ya da bu dediğimiz şey bir halkı kendi devriminin esiri haline mi getirir, tam olarak kestiremiyorum. Şimdi yazarken bir yandan da düşünceleri sistematik hale getiriyor olmak, bana tarihten bir olayı anımsattı. 11 Eylül 1973'te Şili'de, faşist cunta tarafından gerçekleştirilen darbenin ardından, devrimci lider Salvador Allende'nin dışişleri bakanı şu açıklamayı yapıyordu; "Evet, biz bir devrim yaptık. Ancak bu devrimi koruyacak silahlar yapmadık." Bu açıklama muhteşem bir özeleştiri niteliğindedir, itiraf bile diyebiliriz. Bu meseleyi doğrudan bugünle bağdaştırabileceğimiz bir örnek de elimizde mevcut. Venezuella'da Comandante Chavez ile başlayan Bolivarian Devrim, bugün Amerikan emperyalizminin açık saldırısına "demokrasi" maskesi altında maruz kalıyor. Venezuella halkı devrimine sahip çıkmak adına gerekli tedbirleri almak zorundadır.


Devrimler, kendilerini yapan halktan dahi korunacak önlem ve zırhlara muhtaçtırlar. Bunu bir köşeye not etmekte fayda görüyorum. Madem söz bu noktaya geldi, o zaman biraz da demokrasinin bünyeye olan tehlikelerinden bahsetmenin faydası olacaktır. Demokrasinin uzun bir tarihi vardır. Bilindiği üzere demokrasi de diğer bir çok beşeri atılım gibi, "Bereketli Hilal" olarak adlandırdığımız Akdeniz havzası toplumlarının (özel olarak Helen-İon) insanlığa armağanlarıdır. Ya da armağan görünümlü bombalı paket mi demek gerekir?
Tarihte ilk kez (bu sözü söylerken de iki dere düşünmek gerekir, her yeni araştırma ve bulgu tarih perspektifimizi binlerce yıl oynatabiliyor, Göbeklitepe örneği bizleri yedi bin yıllık bir sıçramayla kendimize getirdi) sistematik olarak demokrasi üzerine kafa yoran düşünür Platon'dur. Platon'a göre demokrasi, en az iyi olan siyasal düzendir; çünkü demokrasinin bir sapması olan okhlokrasiye (kitlenin egemenliğine) kolayca dönüşebilir, böylece de en kötü siyasal düzen olan tiranlığa (zorbalığa) götürebilir. Platon, demokrasi "çok
hoş bir siyasal düzendir, anarşik ve rengarenktir, eşit olanlara ve olmayanlara aynı şekilde,
ayınm yapmaksızın, bir tür eşitlik atfeder" der.

O halde, bugün Türkiye'de niteliksiz bir kitlenin, ihanet dolu saldırılarını okhlokrasi ile tanımlamak yetersiz ama doğru olacaktır. Fikirlerine değer verdiğim bir büyüğümün tespitine göre ise süregiden bu savaş, bir ittihatçı/itilafçı savaşıdır. Bu görüşe de hak vermemek elde değil. Anlaşılan o ki bu yazıyı tamamlamak bugün mümkün olmayacak. Ama yazının ikinci kısmında neler üzerine konuşacağım hakkında bir fragman vermem gerekirse; "Türkiye solcuları (kendilerine Türk solcusu denmesinden pek haz etmiyorlar), Burjuva Demokratik Devrimi savunmadan yol alabilirler mi?" enteresan bir konudur, cevap nettir belki ama neden taşlar yerine oturtulamamaktadır, bu önemli bir cevap gerektirir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder