"Sırası gelmişken şunu da söyleyeyim; kitaplarda
rastladığım düşüncelerin çoğuna bundan önce hayatta rastlamıştım."
İşte bu satırlar, bundan tam 89 yıl önce Maksim Gorki
tarafından kaleme alınmıştı. Kaleme alındığı eserin adı “Benim
Üniversitelerim”di. Aynı zamanda bu eser Gorki’nin otobiyografisini oluşturan
serinin de bir parçasıdır. Kitapta Gorki’nin onaltı yaşındayken, okuma aşkıyla
üniversiteler şehri Kazan’a gelişini, yaşadığı yoksulluk şartlarını, yaşamının
acı ile geçen bu döneminde devrimci-ihtilalci örgütlere ilk kez nasıl
katıldığını görürüz.
Yukarıda yer alan söz ise aslında çok basit bir gerçeği
yansıtıyor olmasına karşın, çoğu kez yaptığımız gibi, basitliğine aldanarak es
geçtiğimiz bir değer taşımaktadır. Kitaplarımız, hayatın ta kendisine ithafen
yazılmış metinlerdir. Yaşamlarımızdan mutlak birer parça taşırlar ve asli
amaçları da yaşadığımız anı anlamlandırmamıza ilişkindir. Şimdi kaleme
alacağımız yazı da, içinde yaşadağımız üniversiteyi anlamaya, anlamlandırmaya
ilişkindir.

1980 sonrası
dünyaya damgasını vuran süreç, "küreselleşme"dir. Küreselleşmenin
temel amacı, sermaye ihracının önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasıdır.
Bu sürecin başlatılmasıyla, ulus dev-letlerin kendilerini savunma
olanaklarından yoksun bırakılması, bu devletlerin "küçültülerek"
zayıflatılması, kamu maliyelerinin çökertilmesi, çığ gibi büyüyen dış ve iç
borç sarmalına kapılmaları, tüm kamu değerlerinin yadsınarak her şeyin
özelleştirilmeye çalışılması gibi olgular, birdenbire ve hemen hemen bütün
ezilen ülkelerde aynı zamanda baş göstermeye başlamıştır.* Bu dönem, ülkemiz
açısından da bütün Cumhuriyet devrimleri ve kurumlarının saldırıya uğradığı bir
dönem olmuştur. Ülkemiz, kendi ordusu, kendi parası, kendi kamu iktisadi
teşekkülleri, kendi tarımı, kendi sanayii, kendi bankaları, kendi başkenti,
kısacası kendi devleti olmayan bir ülke haline getirilmeye çalışılmıştır.
1980’den
sonra üniversitelerimiz de küreselleşmenin gereklerine uygun olarak yeninden
düzenlenmiş, şekillendirilmiş ve sermaye perspektifli amaca uygun hale
getirilmiştir. Bilim ve eğitim kamu değerleri olmaktan çıkarılıp metalaştırılmıştır.
Ülke geleceğinin kurulmasında yaşamsal önemde role sahip olan ve bu amaçla
planlanıp yönlendirilmesi gereken bilim ve eğitim, değişimin konusu olan özel
değerlere dönüştürülmüştür.
Geçtiğimiz
son 10 yıl içerisinde eğitimin piyasalaştırılmasına ilişkin çalışmalar
hızlandırıldığı gibi farklı bir boyut da kazandı. Bir takım anlaşmalar
çerçevesinde cemaat-sermaye uzlaşması sonucu, eğitim sistematik olarak
gericileştirildi. Üniversiteler cumhuriyet değerlerinden ve Atatürk
ilkelerinden arındırıldı(!). Bugün ise üniversitelere en büyük darbe
indiriliyor. Darbenin adı Yükseköğretim Kanunu Taslağı. Şimdi gelin bu kanunla neler değişiyor görelim.
Taslak 12
Kasım 2012’de kamuoyuna açıklandı. Açıklamadan bir hafta önce vitrin
çalışmaları tamamlanmış, birçok gazete tarafından taslak parlatılarak halka
sunulmuş, YÖK Başkanı ile TÜSİAD görüşmesinin ardından TÜSİAD’ın taslağı
hevesle sahiplendiği görülmüştü. Bu hevesli girişim, gericilik ve sermayenin ne
ilk ne de son kez kol kola girişidir.
YÖK Başkanı
Çetinsaya beş maddede tanıtıyor yıkım yasasını: çeşitlilik, kurumsal özerklik
ve hesap verebilirlik, rekabet ve performans sistemi, mali esneklik, kalite
denetimi. Bu maddeler bile bir ipucu verebiliyor. Çetinsaya kanunda yapılması
gereken bu değişikliğin sebebini üniversite sayısının 27’den 180’e çıkmasına
bağlıyor. Gelin biz bu kanun değişikliğinin gerçek nedenlerini tespit edelim.
1) Öncelikli olarak, iktidarların
varlık-yokluk ve ayakta kalabilmesinin şartlarından biri, üniversitelerde
hakimiyete sahip olmaktır. Tarih, iktidarların düşüşünde üniversitelerin
oynadığı büyük rolü her zaman gözler önüne sermektedir. Bu kanun değişikliği
ile birlikte kurulacak olan Üniversite Konseyleri ile iktidar üniversitelerdeki
hakimiyet alanını genişletecek, üniversiteler bir kez daha zincire vurulacak.
2) Kurulacak olan Üniversite Konseyleri’nin
bünyesinde o üniversitenin bulunduğu ilin vergi rekortmeninin, üniversiteye en
çok bağış yapan kişinin bulunması, üniversitelere bir kez daha sermayenin hakim
olacağının göstergesidir. Düşününüz ki İstanbul Üniversitesi Konsey üyesi Ali
Ağaoğlu, Beyazıt kampüsünde inşaata girişiyor. Bir sermayedarın üniversite
yönetiminde söz sahibi olması, bilime vurulacak olan en büyük darbedir. Bilim
her ne pahasına olursa olsun, hiçbir çıkar gözetilmeksizin gerçekleştirilmesi
gereken bir faaliyettir.
3) Vakıf
üniversitelerinden farklı olarak açıkça “kar amaçlı” özel üniversiteler ve
yabancı üniversiteler kurulacak. Bu meseleyi açmakta fayda görüyorum. Anayasaya
göre, vakıf üniversitelerinin kar amaçlı faaliyet göstermesi yasaktır. Ancak
yeni tasarıya göre, anayasaya aykırı olmasına rağmen, vakıf değil doğrudan
şirket mülkiyetinde olan, gerçek manasıyla özel üniversiteler açılacak. Bu
bağlamda şuanki vakıf üniversiteleri de özel üniversitelere dönüştürülecek.
Yabancı üniversiteler meselesine gelince, bu durumu çok çarpıcı bir örnek ile
açıklamak yerinde olacaktır. 1996’da kurulan Bilgi Üniversitesi 2006 yılında
yaşadığı bir mali kriz sonucu, uluslararası bir üniversiteler “şirketi” olan ‘Laureate
Education’ın eline geçti. Taslakla birlikte bu durum daha geniş boyutlara
ulaşacak.
4) Ve
belki de taslağa ilişkin en çarpıcı düzenleme; Üniversitelerin kendi parasal
kaynaklarını kendileri bulmak zorunda olacak. Evet, aynen birer işletme gibi.

Sonsöz
Sıkça karşılaştığımız
bir soruya bu bölümde cevap vermek istiyorum. Soru şu, “İyi, güzel. Peki ama
sizin YÖK karşısında savunduğunuz sistem ve program nedir?” Bu sorunun cevabı
ancak farklı bir yazının konusu olabilir ama özet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin
gördüğü en demokratik anayasa olan 1961 “Özgürlükler” Anayasasının Üniversitelere
ilişkin hükümleri, bu sorunun cevabı niteliğindedir. Üniversite özerkliği
kavramı diyalektik yorum boyutları ile zenginleştirilmelidir. Günümüzde “özerklikten”
anlaşılan salt siyasal iktidara karşı göstermelik bir özerkliktir. Özerklik, üniversite
üyelerini her türlü egemen çevreye karşı ve üniversite içerisindeki egemen tabakalara
karşı koruyan bir anlamda, yeniden tanımlanmalıdır. Bilim niteliği ile asla
bağdaştırılamaz, feodalite kalıntısı kürsü hiyerarşisi ve buna bağlı gelişen
bir takım anlamsız fetişlerden ibaret olan akademik “asalet” ünvanlarının
kaldırılması da akademik özerkliğin bir başka boyutudur. Öğretim üyeliğini halk
çocukları için olanaksız kılmış tüm maddi koşulların giderilmesi de gerekir.
Yazımı Prof. Dr. Rona
Serozan’dan bir alıntı ile bitiriyorum. “İnsalık bugüne değin, üniversite
üyelerinin politika dışı, toplumdan kopuk ve soyut “bilim için bilim”
saplantısını, savaş, ölüm, hastalık, yoksulluk, bilgisizlik, kölelik, sömürü ve
onursuzluk ile yüklü pek pahalı bir fatura ile ödemiştir.”**
Kaynaklar (*Üniversitelerimizin
önündeki iki tehlike:Ülkesizleşme ve bilimsizleşme/Prof. Dr. Semih KORAY;**Üniversite,
Politika ve Özerklik/Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi, sayı 5-Prof. Dr.
Rona Serozan )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder